GÖREN, İŞİTEN VE DUYAN BEYİN DEĞİLDİR
İnsanların birçoğu bir Yaratıcının var olduğunu bildiği halde bu gerçeği kabul etmek istemez. Bunun bir sebebi, kişinin bir Yaratıcının varlığını kabul etmesi ile birlikte O'na karşı sorumlulukları olduğunu da kabul etmek durumunda kalmasıdır. Çünkü insanın kendi Yaratıcısına karşı sorumlu olduğunu kabul etmesi, ortaya dinin yaşanması gerekliliğini getirir ki, din de o kişinin hem maddi hem de manevi yönden diğer insanlara karşı sorumlulukları olduğunu bildirir ve bunları yerine getirmesini emreder. Ama bir kısım insanlar bu sorumlulukların şahsi çıkarlarıyla çatışacağını düşündükleri için Yaratıcı tarafından yaratıldığını reddeder.
Bu, inkarın felsefi nedenidir. Bir de inkarın psikolojik sebebi vardır. Bunda da kişi, Allah'ın aklının ve gücünün karşısındaki acizliğini kabul etmek istemez. Çünkü kendisini yaratan bir Yaratıcının var olduğunu kabul ettiğinde sahip olduğu akıl da, zeka da bu Yaratıcının aklı karşısında bir hiç hükmünü alacaktır. İşte bu iki temel sebepten dolayı Allah'ın var olduğuna inanmak istemeyen insanların bir kısmı, canlılığı açıklayabilmek için, yaratılmış olmanın dışında birtakım izahlar ararlar. Bunun için de bütün hayatlarını, çok değersiz, mantıksız ve basit birtakım iddialar üzerine oturturlar. Ve bu iddialarda görülmemiş bir ısrarla senelerce, hatta asırlarca diretirler.
Ancak bu cahilliği yapanlar sadece sanıldığı gibi okumamış, kültürsüz, zeka seviyesi düşük, kavrama yeteneğinden yoksun olan sıradan insanlar değildir. Bu kişiler kimi zaman kürsü sahibi bir profesör, kimi zaman zekası ile dünya tarihine ismini yazdırmış ünlü bir bilim adamı, kimi zaman kendi dalında olabilecek en üst mertebeye gelmiş olan bir biyolog ya da kimyagerdir.
Bu kişiler aklın, zekanın, canlılığın Allah'a ait olduğunu kabul etmeyince, inananlara göre üstünlük elde ettiklerini zannederler. Halbuki Allah'a inanan herhangi bir müslüman, Allah'a inanmayan bir bilim adamından çok daha şuurlu, çok daha akıllı, ufku geniş ve güçlü olabilir. Örneğin bir bilim adamının bütün bir hayatı boyunca araştırıp, inceleyip, ömrünü bir odanın içinde karmakarşık hesaplarla geçirip, toplamı milyonlarca sayfayı bulan kitaplar okuyup ulaşamadığı bir gerçeğe, o sadece tek bir an samimi olarak vicdanına başvurmasıyla ulaşmıştır. İnkarcı bir bilim adamı yaptığı her araştırmadan; kafası biraz daha karışmış, gittikçe şaşkınlığı artmış ama bir türlü de bunların tümünden elde etmesi gereken sonuca yani kendi Yaratıcısının varlığına ulaşamamış bir şekilde çıkar. Müslümanlar ise onların araştırmalarını önlerine alır sonra da onların yüzyıllardır koyamadıkları noktayı bir saniye içinde koyar ve yapılan araştırmaların ulaştığı sonucu son derece akılcı, anlaşılır ve düz mantıklarla insanlara anlatırlar. Ve yapılan araştırmalardan çıkan tek sonuç olan "Allah'ın aklına", bir kere daha hayran olurlar.
Yaptığı bütün araştırmaların sonucunun yaratılışa vardığını kabul etmek istemeyen bilim adamlarının beyinle ilgili açıklamaları, bu kişilerin nasıl bir çelişkinin içine girdiğini göstermesi bakımından, güzel bir örnektir. İnkarcı biyologlar, insanı sadece biyolojik bir varlık olarak kabul eder ve onu insan yapan özelliklerin tümünün dünyanın en gelişmiş bilgisayarı olan insan beyni tarafından yönetildiğini iddia ederler. Onlara göre insanı diğer varlıklardan ayıran tek fark beyinsel fonksiyonlarının diğer varlıklara oranla daha gelişmiş olmasıdır. Bu iddiaya göre; ona kişilik ve hayat veren, onu yaşatan, onu insan yapan, kısaca bir anlamda onu yaratan "kendi beyni"dir. Çünkü insan beyninin hacmi ve ağırlığı, diğer varlıklara göre daha fazla ve işleyişi de daha profesyoneldir.
Ancak bilim adamlarının, insan olma özelliklerinin tümünü sadece beyindeki sinir hücrelerinin işleyiş şekline bağlamaları, ortaya son derece mantıksız bir sonuç çıkarmıştır. Çünkü iddiaları; insanın sevinmesi, üzülmesi, düşünmesi, iradeli olması, plan yapmasının sadece, beyindeki sinir hücrelerinin arasındaki kimyasal alışverişlerlerden ibaret olduğu yönündedir. Bu iddiadan ortaya çıkan şudur:
Birçok bilim adamının üzerinde senelerdir incelemeler yapmasına rağmen hala tam olarak bütün yönleriyle öğrenemedikleri ve işleyişindeki bir çok sırrı çözemedikleri beyin denen bu et parçasının, diğer et parçalarından çok daha farklı bir özelliğe sahip olması gerekmektedir. Ortalama 1,5 kg. ağırlığında olan bu kütleyi oluşturan sinirler, proteinler, aminoasitler, moleküller ve atomların da diğer benzerleri gibi olmaması gerekmektedir. Kalın bir kemik içinde saklanan bu sulu eti oluşturan bütün sinirler, sinirleri oluşturan bütün proteinler, proteinleri oluşturan aminoasitler ve en nihayetinde tüm atomlar, bu düşünceye göre, akıllı ve şuurludur. Bu atomlar; bir halı, masa, cam ya da tahtanın içinde son derece akılsız, cansız, şuursuz birer elektrik yüküyken.... Aynı atomlar, onların bu iddiasına göre kafatasının içinde birdenbire son derece akıllı, canlı, iradeli, hakkını koruyabilen, işiten, gören, hatırlayan, problemlere çözüm getirebilen şuurlu varlıklar haline dönüşürler. İşte ateist bilim adamlarının bir kısmı, kendi iddialarından ortaya böylesine akıl dışı bir sonuç çıktığını bile bile bu teze sahip çıkarlar.
İnsanın sadece biyolojik bir varlık olduğunu, her türlü duygunun, düşüncenin sadece beyinde yaşandığını, insanın bir madde yığınından başka bir şey olmadığını ve dolayısıyla insanın yaratılmamış olduğunu savunan bir kısım bilim adamları; öğrenme olayının beyindeki hangi tür işlemler sonucunda oluştuğunu teknik olarak açıklıyorlar. Ancak "bir bilgiyi öğrenen beyindeki sinir hücreleri ya da beyni oluşturan atomlar olamayacağına göre, o halde öğrenen kim? "diye sorulduğunda buna cevap veremiyorlar. Görme veya duyma işlemini teknik olarak açıklıyorlar ama "gören kim?", "duyan kim"diye sorulduğunda bunlara cevap veremiyorlar. Hele düşünme, karar verme gibi konularda sorulan sorularda, iyice sessizleşiyor ve bunun teknik izahını bile tam olarak yapamıyorlar. Çünkü gören, duyan, hatırlayan varlığın, beyin denen cansız sinir iplikçiklerinden oluşan bir et parçası olamayacağını çok iyi biliyorlar. Ama buna rağmen insanın, son derece kusursuz bir biçimde bir araya gelmiş bir et ve kemik parçasından ibaret olduğunu ve beyninin dışında hiç bir gücün kontrolü altında olmadığını iddia etmeye devam ediyorlar.
Ancak bu iddilarını ısrarla insanlara kabul ettirmeye çalışırken, insanların şu bilimsel gerçekten haberdar olduğunu unutuyorlar: Beyin sadece cansız aminoasitlerin, şu ya da bu şekilde birleşmesinden oluşan hücrelerden meydana gelmiştir. Bu nedenle, şuursuz atomların biraraya gelmesinden oluşan bir aminoasitin, sevgi dolu olduğunu söylemek, kendi geleceği hakkında planlar yapabildiğini iddia etmek, bu asitin kendi hatalarını tespit eden ve kendini düzeltebilen bir kabiliyeti olduğunu öne sürmek ne derece inandırıcıysa; bir çok aminoasitin yanyana gelmesiyle oluşan küçük bir et parçası olan beyin için de, bunları iddia etmek, aynı derecede inandırıcıdır. Mikroskobun altındaki bir aminoasit üzerinde inceleme yapan bir bilim adamı, eğer bunu kendisinin değil de beynindeki aminoasitlerin incelediğini, gördüğünü, sonuç çıkardığını ve bütün aklın onlara ait olduğunu iddia edebiliyorsa o zaman şu sorulara da cevap vermek zorundadır.
Bir aminoasit kendi kendisini mikroskobun altında inceleyebilecek bir şuura nasıl sahip olabiliyor? Bir aminoasit, bir başka aminoasiti görebilme yeteneğine sahip midir? Ya da bir atom ya da birkaç atom, mikroskobun başına geçip diğer bir atomu inceleyebilir mi? Bu incelemeden sonuç çıkarabilir mi? Ve bunun gibi zincirleme devam eden milyonlarca soru? Bilim adamları eğer bu soruların cevabının şöyle olduğunu kabul ediyorlarsa: "Hayır!"... O zaman sevinen, üzülen, düşünen ve akleden varlığın beyinleri değil onun ötesinde bir varlık yani "ruh" olduğunu, kısacası onlara bütün bunları yaptıranın Allah olduğunu da kabul etmek zorundadırlar.
Eğer beyin milyonlarca bilim adamının kafa kafaya verip incelediği ve gene de tam olarak anlayamadıkları olağanüstü bir tekniğe ve insan aklının alamadığı bir sisteme sahipse bu, onu oluşturan atomların ne kadar zeki ve kabiliyetli olduğunu değil, onları biraraya getiren üstün bir aklın varlığını gösterir. Ama bu gerçeği kabullenmek istemeyenler, bir asit zincirine saygı duymaya, hayran olmaya, onu bir kişilik olarak değer vermeye ve bu asit zincirinin kendilerinden kat kat daha akıllı ve kabiliyetli olduğunu kabul etmeye mahkumdurlar.